15 Aralık 2013 Pazar

KAPI! NİÇİN BURDASIN!

Sordu küçük Perihan, niçin odasında kapı vardı? Kapıyı kapatmak, onlardan ayrılmak mı demekti? Kapıyı kapatınca , onlara gelme mi demiş olacaktı? Kapısını açık bırakınca izin mi vermiş olacaktı? O kapı hiç kapanmayacaksa niçin vardı? Babasına küsünce hemen kapıyı hızla kapatırdı hani, o kapıyı neye karşı kapatıyordu? Babasına kızgınlığını ona kapalı bir kapı göstermekle mi verecekti? Babası ise kapısını sadece üzerini değiştirirken kapatırdı, küsse de , kızsa da onun kapısı açıktı, neden? Neden? Perihan kapısına bakakaldı. Kalktı ve kapısını biraz araladı, aralıktan az sonra geçen babasını gördü, babası aralıktan belli belirsiz kaçamak bir bakış bırakıp geçti. Bu kapı kapalı olsaydı babası o küçük bakışı bırakmayacaktı. Öylece geçecekti, yokmuş gibi. Demek ki kapı açıldıkça bakılırdı. Demek ki kapatınca bakılmazdı. Kapatmak göstermemekti. Kapatmak bilinmez olmak demekti. Kapatmak bakışsızlığa alışmak demekti. O kapı geri kalana sınırdı. Kapının dışındakileri kapı yaratıyordu. Kapı olduğu için başkaları vardı. Kapı açık olsaydı kapının içi ya da dışı olmazdı. Çünkü ayrım olmazdı. Çünkü kapı hep çizgi çekerdi. Bir şeyleri alır, bir şeyleri dışarda bırakırdı. Kimi zaman keyfi, kimi zaman mecburi gibi sunarak kendini geçişlere hep bir bedel isterdi. Kapının içinde olmanın da dışında olmanın da bir bedeli vardı. Kapı olmak , çizgi olmak, ayrım olmak, ayıran olmak, dışlayan olmak,içleyen olmak, içerde olmak, dışarda olmak, yabancı olmak,başkası olmak, içindekilerden olmak tüm bunlar ne biçim bir haltın ürünüydü...Kapıları kim buraya koymuştu? Kapılarını nereye kadar kapatacaktı? Kapılar neden varlar ?Kapılar neyi koruyor , kimden koruyorlardı? Adı Perihandı ve küçük ruhu bu soruların ağırlığında kapının sağındaki minderde uyuyabırakmıştı. Babası su içmeye giderken aralıktan içeriyi süzdü ve uyuyakalmış Perihan'a baktı ve gülümsedi....

14 Aralık 2013 Cumartesi

...



Vicdan ey ki vicdan oldu ses,
Kuşların vicdanı ....ses,
Suyunda sükûnu ve ses,
Ruhuna üfleyen ses..

Naçar gelmeden ecel,
Naçar durmak geçitte
Kurtarır bir içi oyuk,
Kırmızısı elma...

Papatyalar solgun,
Lakin can içindedir,
Topraktadır. canan.

Topraktan kesilmiş mavi,
Sonadır ey ki dem kırmızı,
Ağlama ey mavi ,
Sonadır. Son değildir kırmızı.
                                                                     
                                            Kaktüs






12 Aralık 2013 Perşembe

BAYAT .

Bayat bayat bayat bayat bayat bayat bayat bayat bayat bayat dibince bayat, içince bayat, bencileyin bayat, sevcileğin bayat, özdeni bayat, tabanı bayat, tebası bayat, tefekkürü bayat, sezgilemi bayat, serdesi bayat, çivisi bayat, perdesi bayat, açmayanı bayat, aşağısı bayat, süsü bayat, küsü bayat , bağrı bayat, bağıranı bayat, cemresi bayat, çeldireni bayat, çapı bayat, çarptıranı bayat, sukûneti bayat, cümlesine bayat, küllümüne bayat...

                                                                                                                                        Kaktüs

18 Kasım 2013 Pazartesi

UZUN VE KIZIL PATİK

ayağındaki patiği iyice eskimişti ancak o patikleri atmak , geçmişi atmaktı, yaşamalıydı onunla liflerine ayrılana dek, her bir ipliği  yıpranıp birbirini tutamaz hale gelene dek ,onu gömene dek. ...zordu ölmeyeni gömmek bir patiği de yanına yoldaş eylemek...velakin şarttı , usül buydu...patiğini gömebildiğinde nefes alanı da gömmüş olacaktı...patiği oydu, her gün taraklı ayaklarına sıcaklık veren bu patikler oydu...yıl geçti hayır gün geçti ama yıl...patik konuşmuyordu...gideceğini biliyordu, kalayım da demiyordu, gömülmekse koyuyor muydu? patiğin ömrü giyen kadardı, o bir patikti ,giyen vermişti ona varlığını ama giderken giyene posta koyacak da oydu...o bir patikti sütlü kahve renginde , küllü kızıl desende...gidecekti ve giyen bassa da küfürü gömülmeye yok demeyecekti....o hiç yaşamayı istememişti ki,bu ayağı ısıtması istediğinden değil, varlığındandı...özündeydi ısıtmak, istemese de ısıtacaktı giyeni o bir patikti küllü kızıl desende,o bir patikti sıcaktı ve biliyordu gömülecekti ve biliyordu yiyecekti küfürü lakin , giyeni kasımın ayazında üşütmek hak mıydı? burnuna gelen sıcacık _ _ _ _ _   kokusu  sadece onun uydurmasıydı... ve o patik ne acımasızdı, ne kadar uzundu gölgesi, nasıl oldu da boğmuştu  bilmeden ...patiğin yanına gömülmek... artık ne önemi var...


14 Kasım 2013 Perşembe

yüzyıldı...

Tik tak, tik tak... Bir dakika geçmiş bile bedenimi öne itiyorum...Ona küçük bir adım daha yaklaştım. O vakit gittikçe yaklaşıyor...En var olası saat on ikiye...Şu tik taklı ömrümün en nefis dakikasında yaşamak...Ona ulaşmak için bedenimi altmış kere hareket ettirmem gerek...Bazen takatimin bittiğini, düşünüyorum, artık bitti diyorum, durmalısın...Ama devam ediyorum, bile bile ondan bir dakika sonra uzaklaşacağımı bile bile ona emekliyorum...Tik tak...Bu seslerden bıktım, ömrümü saymaktan bıktım...Ona ulaşmak ve orda donmak istiyorum, bir gün bunu yapmaya cesaretim olacak...Ve onlar ve o insanlar o zaman bunu asla kavrayamayacaklar, neden tam on ikide durup, donduğumu bilemeyecekler...Onlar tüm o dakikaların benim için uzunluğunu benim için yüzyıllığını bilemeyecekler, her hayale dalışımda  beni yerimden eden kuvvetin rahatsızlığını bilemeyecekler...Bilselerdi,eğer bilselerdi ben donmadan evvel beni her dakika o yere tekrar getirirler miydi? Hayır, önce içi samanlaştırılmış bir romantizmle beni afişe eder, sonra biraz fakir tesellisi verir ve beni öylece bırakırlardı...Bu yüzden bilinmemek, bir kibrit çöpünden farksız tutulan bedenimi onlara bildirmemek niyetindeyim...Ömrümün başladığı yeri bilemedikleri gibi bittiğinde de onlar kendi ömürlerini bir başka bedenle saymaya devam edecekler...İşte o vakit ey dünya bu yelkovana elveda demeyin...

12 Kasım 2013 Salı

44

Ve üşümek çehresindeki ateşte,  onu üşümek koyuyordu ...Saat çaldı, çaldı ve bir daha çalacağı beş dakikaya kadar rüyalarında üşümeye devam edecekti...Bir, iki, üç...Rüyasından kalktı ve artık üşümediğinde,
ve demek ki onu üşümediğinde , fransızcası ona eksik  olmadığında, dünyaya yüzünü yıkadı ve sordu neden tüm kazaklar iki kollu dikilir, iki kollular çoğunlukta olduğu için mi?Ve neden kırk dört numaralı kadın ayakkabısı insanları korkutur, azınlıkta olduğu için mi? Ve artık sormadı, kim bilir azınlıkta olduğu için mi?



8 Kasım 2013 Cuma

AKŞAM OLSA DA OKUSAK...

Plastikler ayrı, kartonlar ayrı,büyük parçalar alta, küçük parçalar üste, sığabildiği kadarını doldurdum, üstüm leş gibi kokuyor ama rahatsız edecek kadar değil, zaten insanlara hiç o kadar yakın olmadım. Sessizce sabah doğmadan başlar, insanlar mesailerini bitirmeden de ortadan kaybolurum.Belediye bazı yerlerde iyi çalışır amma şükür ki buralarda ne insanlar ne belediye görevlileri hala plastik ayrı, cam ayrı torbaya ilişkisine alışamadılar. Göstermelik bir kamyon dolanıyor arada ama sağolsun bu mahalleliler onları ayırmaya bile zahmet etmezler. Çöpün içine Allah ne verdiyse basıverirler. Kiminin sorumsuzluğu kiminin nasibi işte. Ayıklamak zor elbet, akarı kokarı derler ya heh ondan çok bizim işte amma alıştık be, hani kaşıkla nasıl fasülye tanelerini ararsın o kıymetle arıyoruz nasibimizi. He dersin ki tonla toplasan ne eder de, bereket versin rızkımızı kurtarıyoruz.
 Geçen bir müzik çalar buldum , eski meski ama iyi markalardan, onu da atıvermişler, takıyorum kulağıma kalan dünya beş para. Bir de eskiden sırtımızda sürürdük şimdi çift tekerlekliye atıyoruz koca hararı bas basabildiğin kadar.Bir de zevkli ki onu yokuşlardan aşağı kızak gibi kaydırarak inmek, böyle rüzgar çarpıyor ya en kral arabalardan forslusun . Zaten arabalar da şoförler bakakalır zevkimize arada. Bizim yolumuz ayrıdır trafikte hani ne yaya ne de arabaların yeri olan kaldırımın tam dibiyle kenardaki beyaz çizgiler arasındaki yer var ya heh işte orası bizimdir. Kimse dememiştir bunu ama öyledir. Biz ne yaya ne şoförüz çünkü. 
Bazen tüm gün kimseyle konuşmadığım olur, konuşursam da hani diğer meslektaşlarla iki kaş göz, bir kaç laf sallarız işte o. O değil de bazen diyorum hani şu filmlerde neyin görünmez olurlar ya ondan mıyım ben gız Sakine diyorumm hanıma , neden bahsediyorsun bir git diyor tersliyor beni. Amma dediğim doğrudur gibi geliyor. İnsan insanların içinde onca yol kateder, debelenir de bir Allahın kuluyla göz göze gelmez mi? Bir Allahın selamını veren olmaz mı? Olmuyor işte. Tamam belki bakkalcı Hüseyin abi sağolsun arada bir kafa selamı çakar da o da bizi yıllardır bildiğinden . Yalnız bu gece bir şey oldu hanıma anlatmadım bu muydu der diye. Akşam vaktinde heybemi doldurdum ilerlerken çok hızlı gidiyormuşum herhalde savruluverdi bir kaç plastik, genç bir hanım abla sağolsun anında eğilip uzatıverdi parçaları. Tipine baksan hani dersin bu hanım ablazade yere eğilir mi amma işte eğiliyormuş demek. Ben de alırdım elbet onları da oradaki olay başka. Gecesi hayrolsun, işi rasgitsin.  Allah cümlesinin rızkını ayrı ayrı bol versin. Bugün de karnımız doydu bakalım. Bizim çocuğun okulundan aidat istemişler gene, bizim çocuk da utanır olmuş, müdürü gördü mü tüyüyormuş. Elimde olsa onların olsun da bize anca yetiyor. Bir benim oğlum mu fazlalık onlara ki çocuğumu utandırıyorlar. Neyse oğlum büyüyünce insan ayırt etmeyecek, bazı çok zenginlere bile yardım edecek, zenginlere bile insan gibi davranacak benim oğlum. Yanlış söylemedim. İnsan en çok acıdığına yardım edermiş ya o hesap bizimki de.Bizim oğlan bir tutturmuş F1 pilotu olacakmış yahu doktorluk varken oneymiş, arabalar oyun oynuyor birbiriyle, canlı çıkarsan ne ala, o nası meslekmiş. Hani izlemesi zevkli arada Şümayeri de yok yok hadi doktor olmadı sınıf öğretmeni olur, kendi gibileri okutur. Allahtan okumakta gözü var, matematiğe de iyi çalışıyor kafası, sayıları kafasından çarpıyor biçiyor, baba bak çözdüm diyor. Ben de okusam böyle olur muydum ki ? Her insanın nasibi değil mekteb velakin okumam da iyidir. Plastikleri, kartonları satmaya götürürüm amma kitapları eve getiririm. Bizim oğlan, hanım ben girişiveririz getirdiklerime. Bazen yemek kitapları çıkar, ansiklopediler, sözlükler, romanlar... Evde yer kalmadı amma ses çıkarmıyor hanım, kendi de okuyor ya.  Geçen Kant'ın kitabı çıktı da hiçbirimiz anlayamadık. Bu adam ne yazmak istemiş, okumasınlar diye mi yazmış, kelimeleri anlıyorum da cümleleri çözemedim bir türlü. Geri mi götürsem diyorum  da neyse zararı yok, sonuçta adam uğraşmış yazmış . Bizim oğlan zeki ama diyor baba belki sonra anlarız gene bakarız . Hani diyor böyle matematikte çarpmayı bölmeyi bilmezsen işlem yapamazsın ya belki biz de bu işin çarpmasını, işlemini daha öğrenmemişizdir sonra gene okuruz baba diyor. Diyorum işte akıllı bu oğlan diye. Hanımsa romanları seviyor, film gibi hızlı akıyor bu romanlar diyor. Bir gün öyle kahraman ne yapacak diye diye akşam etmiş de üstünde bir tas yemek yok. Dedim hanım sen iyice abarttın, o adam çıkıp bize yemek pişierecek mi? Ee napayım diyor, katili bulamayacaktı okumasam. Sakine alemdir . Neyse Allahtan mercimek çorbası hızlı kaynadı da ekmeği doğraya doğraya doyduk o gün. Evde yok yok, ekmek kızartma makinemiz bile var, hanım diyor  Ferdi bak yağ sürdüm üstüne reçel de ister misin. Romanda mı okudu neyse, hasbinallah deyip makinenin fişini çekiyorum, bir şey değil de elektiriği çok çekiyor. Eksik olsun. Geçen gene gelmiş ben demi roman yazsam diyor. Bizim hatun heralde yeter okuduğum ben de az kalem sallasam çıkar ellisi diyor. Görüyorum böyle alıyor eline kalemi yamuk yumuk iki satır karalıyor sabahtan akşama düşüne düşüne dolanıp ilham gelmiyor diyor. Bir de bedava bir kursa mı ne başlamış, orada da öğreniyormuş bir şeyler , Ferdi herkesin hayatından bir sürü hikaye çıkarmış diyor ,baş yazar olur artık başımıza. Yalnız böyle desem de yapsın be, eskisinden de mutlu şimdi. Hep tamahkardı, iki mercimekten 5 çeşit yemek çıkarır alimallah , öyle safça da değildir, bir komplo hikayeleri kurar, dedektif mi diye korkar insan. Ben de bir aralar saz çalardım. Bizim oğlan zorla kursuna yazdırıcam baba seni gene hatırlarsın diyor,bereket versin para vermeden de oluyormuş bu işler, iyi kötü bir sazı da buldum mu, ben çalarım hanım yazar, bizim oğlan da bu iki deliye bakar da doktor olur belki. Arada diyor baba yardım edeyim sana amma yok diyorum, alışmasın, işimi severim sevmesine de onun yolu ayrıdır. İlmini ilerletsin o bize de öğretsin. Bir uyku bastırdı ki. Yarın gene yollar benim, az uzak mahallelere de bir uğrayacağım da bakalım bizim oğlana bir kaç test kitabı da bulurum belki iyice şımardı bana sipariş veriyor baba şu kitaplara iyi bak, bulursan gözden kaçırma diye. Ya Allah bir duamı edeyim de sabah ola hayrola, bugünü verene şükrolsun, bana bu huzuru bahşedene şükrolsun, karnımız tok, sırtımız sıcak, uyku yarı ölüm sen yarına hayırla çıkar Yarab...

3 Kasım 2013 Pazar

Kapı kulu



Burası hep dağınıktır, iki kişi yaşar burada, günde en az yetmiş yedi kez ellerle buluşmam bir yana , eller bana her dokunduğunda hissettiğim şiddeti yağım bittiğinde çıkarttığım gıcırtının anlatmasını beklemem pek mi gariptir?Bazen ki bana dokunan elin şiddetinden anlarım ki bu elin sahibi acı içinde kıvranıyor ve onun gerilimini metal tenimde duyumsarım, bazen de umut umut yanan bir el ve kısa sürede olsa bir ısı kaplatır ama hissetmez bir sonraki el...Bazen bir tereddüt o eli bana yapıştırır ve o el bana sıkıca tutunarak parçası olduğum kapıya yaslanır, bir evvel bana dokunan ve soru işaretleriyle dolu diğer elin sahibiyle konuşur, beni tutan el bazen öyle sıkar ki kulaklarımı kaybedecek gibi olurum o zaman sanki duymamı istemiyorlaşmış gibi üzülürüm. Bilirim her gün bazen canımı acıtırcasına sıkarken farketmezler ellerinin altında metal kıvrımlı  bu sıradan nesnenin de onlar gibi, ancak farklı bir boyutta yaşam sürdüğünü. O ellerin sahipleri bazen kendi başlarına kaldıklarında şarkı söylemeye başlarlar , o zaman onların dinginliğine ben de katılır, alt sınıf bir solistin verdiği eğlence kadar da olsa eğlenirim, hayallere dalarım bazen de korkarım gene mutsuz bir el gelip beni aniden sarsacak diye. Geceleri her bir elin sahibi farklı saatlerde uyur, bazen sabahlarlar yine de en rahat ettiğim zaman geceleri. O zaman daha bir hassas olurlar bana karşı, nazikçe beni kıvırıp kapıyı usulca örterler. Nezaketleri bana değil uyuyanlara olsa gerek. Yine de minnettarım. Bazen elimden gelse bir günlük tutardım diyorum ancak anlatılacak çok fazla hikaye yok mu? Görebildiğim her canlının hikayesini mi yoksa odadaki onlarca nesnenin hikayesini mi yazardım diyorum. Bana dokunan tüm eller bu evde yaşayan insanlara ait ve her biri bir diğer güne unutarak başlıyor, ne de çabuk değişiyorlar, bazen pul pul olup dökülürken, bazen sıcak ekmek gibi taze kokuyorlar. Çok kafa karıştırıcılar. Eller küçüldüğündeyse kaygıları da küçülüyor, misafir onlar, bu evde değiller , arada bir geliyorlar hatta benimle oynuyorlar, çocuk ellerin pamuksuluğu beni hep neşelendirir. Şeker kokarlar. Düşünüyorum da ben ne zaman çocuktum. Ne de olsa kendimi bildim bileli bu ahşap kapının hafiften pas yemiş bir garip koluyum....

Kaktüs


EKMEK KOKUSU



Kardaki toz parçalarını mikroptan saymadığı gibi, elmayı da üstüne başına silmeden gönül rahatlığıyla yiyordu ki onu izleyen kara kedinin ona dikilen gözleriyle ayağı kalkıp iki haftadır sulamadığı kaktüse sen böyle de yaşarsın bakışını atmadığı gibi cızırtı yapan televizyona da bir yumruk atmaması gecenin uzun soluğunu kısaltmadığı için boğazındaki yanardağı da umursamasa gerek ki bir mona rosa nın gerçekleriyle yüzleşmenin anısına saygıyeten pejmürde pijamalarını kıvırmadı bundan mıdır yemediği simitlerin taneleri de etrafta gözükmez oldu da gene görünmedi umudun kristalleri bir halının kahve dökülmüş koltuğun altında ezilen parçasında ama ne olduysa buğulanan camdaki ışığın renk değiştirmesiyle, kırmızıya çalan maviyi görmek ne kadar zorsa beyaza çalan kara da o kadar imkansız olmaması gerekti velakin gene de gece olmasıyla uzakşılan hayr-ı saatlerin hatrına, ıhlamurun çocukken garip gelen kokusunun şimdi gelen misk kokusuyla olan benzerliği çelişkidar olsaydı da hava bu kadar üşütebilir miydi diye sormanın ne manasız olduğunu bir insandan daha çok ne üşütebilir ki insanı sorusunun öznelliğiyle değiştirmek varken gene de zormuş be zormuş demek her halta ne kadar dürüstlükse , nefsinden geleni aklamanın da mantımsı sarımsaklılığı içinde yol almak ürkütücüydü elbet üstüne içilen bir yudum su dahi olurken geçmez o geniş , patlayası boğazdan, ne anlamı kalır ki ilk rüzgarda dağılan bulutların nostaljisi gibi tek notadan oluşan bir şarkıda yer almak ne özeldi ne de herkes kadar sana da verilen değerin bulgur tanesi kadarlığı içinde yaşamak elbette bir sayının karekökünün düştüğü durumdan hazin sesler çıkması kadar bahtlı bir hikayede kapı stopperi olmak onu korkutmuyor demek bu gidişatı çıkmaza sokmaktan başka nasıl bir şekerpare üstündeki devasa fındığın ağırlığından ezilmiyorsa nasıl bir annenin içtenliğinin tartışılmaz soğukta yerlere basılmaz öğütleri de sonsuzlukta salınacak ve zaman boşluğunun ortasında pi sayısı oranında bir yırtık bulunan bir çorabın tadı neyse ya da nerede bulunursa yolda kalmış olana yardım etmenin turuncusu ya da garibe posta koymanın süprüntüsü o kadar da acıdır ve baharatlıdır yalnızlığın dalgalı borsası ki ondandır tüm şairlerin 97m'si biraz kalabalık ve biraz hederli derindenken vaatler olmasa da vaat varmış gibi yaşamak hüznünü aşkın ya da onun kadar gereksiz bir hindistan cevizi aromasının bulunduğu bir pastayı çatalallamak iştahla olur sanılır da çare anlaşılır vah ki görmez vah ki görmez o en körlerden yardım dilenen ve güçlüymüş gibi görünen mağrur zihninine nüfuz etmek istemek ne kadar da masum ve ne kadar ne kadar da ekmek kokususun sen ve ne kadar zihnimin direklerini kokunla boğuyorsun!

Kaktüs


30 Ekim 2013 Çarşamba

"Bana bir çay pişir. Bırakalım her şey kendi kendine düzene girsin. Bir şey kaybetmek korkusuyla yaşamayalım. Ne olacak endişesine kapılmayalım. Bırakalım zaman her şeyi halletsin. Bu söz bize korkunç gelmesin. Aynı ırmağa bir kere daha girelim. Acele etme, çay kendi kendine demlenir. ''Sen gideli neler oldu bak'' diyerek her şeyi bir çırpıda anlatmayalım: bu sağlık bozucu davranıştan kaçınalım. Hemen birbirimizi eksiltmeyelim. ''dur ıslanmışsın, sana kuru bir şeyler vereyim'' deme. Nasıl olsa kururum. Günlük yaşantıların küçük koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. İnsan kendini kaybediyor sonra. "

Oğuz Atay





19 Ekim 2013 Cumartesi

Çanak Ayten

Şarkılardan medet ummanın boşluğu içinde sürüklenirken dinlenilen tınıların etkisine kapılmanın insaniliği korkuturken gereksiz, aranılırken bir çekirdek kabuğu kadar ümit ve yanında dandik asidi kaçmış bir kola içilecek kadar  vakit, daha da garipleşir huzursuzluğun içinde çıldırmış gibi dolanarak ya da bazen öylece çöküp  yıllanmış gibi ya da üstüne basılmış ve ayak izi kalmış ama tekrar dönüştürülmeye hazır bir karton parçası gibi varlığı ve yokluğu arasındaki farkı hissettirmeyen bir  nesne gibi öylece kıpırdamadan gelecek ilk rüzgarı bekleyerek  ya da bir otomobil tekerleğinin daha izine alışarak, yağmuru yiyip buruş buruş olarak beklemek vardı ki, olsaydı bir çöp tankerinde en azından çok ama pis, aromalı bir kalabalıkta olmak yok ya da   etlerini bir kedinin midesinde bırakmış bir balık kılçığı olarak, en azından birinin karnını doyurmuş, bir diğerinin hayaleti olarak şimdilik o kedinin ağzında son tırtıklarının da kemirilmesini umarak , biraz da doğal gazı olmayan ama kömürlü sobaya alacak kömürü de olmayan bir evde üşümeyi unutan bir ev bitkisi gibi hissederek çiçek çıkarmayı bir sonraki mevsime devrederek, ev sahibesinin mutfağından gelen kemik çorbasının doygun ve çaresiz kokusu içinde , en azından suyun eksik olmadığı bu çatıda ölmeden ama yaşamayı da bilmeyerek geçen saniyelerin kıymetini unutup, şükretmeden bir saniyesi geçmeyen karşı camdan ona bakan selvi ağacına hayran olarak soluk almak vardı veyahut  kargaların içini boşaltacak ceviz taneleri aradığı bir balkonda kıdemli bir terlik olmak , hem mavi hem de dandik olmak vardı,basılırdı üstüne de etmezdi şikayet, arşınlarken genişçe balkonun  kirli taşlarını karşılaşırdı yine yuvalarına naylon parçaları taşıyan ve ve onu görünce korkan karıncaların telaşında  bulurdu bir parça mizahı da gururlanırdı elbet de
varken ruhu, görürken gözleri , taşırken acılı bir ümit ve sumaklı biraz sevinç ne farkederdi  yaşamak ha bir gazoz kapağı ha çekmeyen bir çanak anten olarak...

Kaktüs


KAHVESİNE BEYAZ

Açtı gözlerini , sabahı bir ekmek kokusu,
Kapattı tamamlanmamış düşünü ,
Bir parça peynir ve bir kaç buruşmuş zeytine,
Çay kaşığında gördü,
Yorulmuş göz bebeğinin aksini,
Çay kaşığı sordu,
Neydi düşünde gördüğü,
Hatırlamasa da sahibi, 
Anlattı göz bebekleri ,
Bir hayaldi ve serindi gülüşü,
Beyazdı bakışı ve lacivertti sözleri,
Her tınısı kadife ,kadifeydi  elleri,
Ona bakmak , beyazı bulmaktı,
Ondandır göremedi göremedi,
Suallerine cevap, ümidine kahve bakışı.
Hiç bilememişti ki o beyazın içinde,
Saklı sırlar cezve ,
Ve koyu bir telve her bir hece,
Her bir virgül  onun bakışında,
Uzun bir yolculuk gibi tatlı ,
Ve rahatsız bir tren vagonunda.
Çay kaşığı aldı nefes,
Yarı pişman sorduğuna,
Göz bebekleri mahcup,
Ve mahsun hissetti bir sızı,
Sahibi  koparırken ekmeğini,
İçmişti düşlerini demsiz çayında habersiz.
Çay kaşığı suskun, göz bebekleri suskun,
İzlediler acıyarak ,
Sahip suskun, beyaz bakışlar suskun.
Kalktı masadan ve yürüdü pencereye,
Tozdan perdesini açtı elleri,
Baktı bir bulut,
Şekilsiz ve beyaz,
Beyaz ve çok,
Çok ve özgür.
Karışmışken kanına demsiz,
Ve üstüne okunmuş düşü,
Kaybetti dengesini,
Kaybetti de buldu asıl ,
Hatırlayamadığı o beyaz bakışı.
Yarım kalan değildi düşü,
Sadece beyazdı her şey,
Her şeydi  beyaz.
Beyazdı bakışı,
Beyazdı bekleyiş.
Attı kendini sandalyesine,
Çekti nefes,
Bir huzurdu bulmak,
Yarım kalan o düşü,
Soluktu beyaz bakışlar,
Göstermese de kahvesini.
Kapattı gözlerini ,
Dinledi gözbebeklerini,
Daldı o beyaz bakışa,
Daldı derin,
Açmayacaktı belki asla, asla gözlerini...


Kaktüs



18 Ekim 2013 Cuma

ADSIZ BİR HUZUR

Kaosların şehrinde kaybetmişti adını.
Ne olduğunu anlamamıştı ya da nasıl.
Sorgulamıyordu da, olmuştu işte.
Adı yoktu artık.
Bu koca şehirde adsız kalmak ne demekti?
Islak ekimin ayazında paltosuz dolaştı ve isimsiz.
Üşüdü çokça , üşüdü bakırdan saçları .
Sığındı eskice bir Beyoğlu hanına.
Sıcacık bir çay yudumladı.
Çay ki boğazından geçen her damla ayrı parçasını ısıttı.
Çay ki verdi huzuru, çay ki getirdi tekrar kederi.
Zira hatırlattı ona, ismini çalanı.
Hatırladı da bir yudum çayda kaybetmişti adını.
Adsızdı soludu mübarek günün isini,
Açtı karnı pek, sürüyerek ayaklarını daldı güruhun içine,
Daldı bulduğu ilk kapıya,
Buraya daha evvel gelmiş miydi?
Oturup yerken ve ısınmaya çalışırken ,
Alıştı iyice adsızlığına,
Ve de bir çay daha geldi ,
Çiğ yeşil gözleri gülen çocuk ,
Alırken bomboş bardağı  ,
Baktı ,sustu adsızlığına.
O ise daldı  derin,sustu derin,
Kalktı , eyvallahını aldı yavaş,
Boğazında kalan son sıcağı ederken havaya hibe,
Şikayet etmedi artık kupkuru ayazdan,
Çarpıp da suçlayan bakışlardan,
Etmedi şikayet isimsizliğinden.
İsimsizliğe alışmaya başlamıştı da,
Ya çalanı nerede bulmalıydı?
Çalan memnun muydu ?
Var mıydı  haberi bırakmıştı birini adsız,
Bırakmıştı da bu mübarek günün hatrına,
Çaldığı ismin hatrına,
Taşıdığı ve çaldığı isimlerin hatrına,
Yok muydu verecek bir selamı,
Soracak halından ve af dileyecek,
Gözlerine bakarak,
Her bakışında  adından bir iz bırakacak yok muydu cesareti?
Bilmez miydi o ad çalan?
Yoksa bilip de utandırmak mıydı onda olan?
Bakarken nizami raylara,
Ürktü içinden gelen bütün bu seslere,
İstiyordu susturmak,iterken insanlar onu bir vagona,
Bitmeyen yeraltı tünelinde ,
Aslında orada olmayan tertemiz hava,
Bir kaç basamak uzaktı,
Ve uzaktı ondan ,
Uzaktı adı, uzaktı beklemek ve de zordu,
Bilinmezin adını koymak ama kendi adına kavuşamamak.
Zordu yaşamak şükürdü elbette zordu yine de adını çalandan,
Hala bir nefes medet ummak ve duymak,
O yine de kıymetli , gene de kıymetli sesinden adını,
Ve ermek tarifsiz huzur içinde,
Olmayarak bir hayal, bir uyku serabı,
Unutmak adsız geçen vakitlerin kefaretini,
Bilerek huzur,onunla huzur, o hep huzur...


Kaktüs











13 Ekim 2013 Pazar

ZâRINDA II



Bir suret ki okunmaz elifi,
Elif ki derin,
Derin ki öyle, öyle kalmak...
Kalmak ki güç...
O yer merhamet,
O yer göç,
Amma güç güç...
Elif ki Kaf,
Kaf ona yine de,
Yine de yaşamak,
Tutunamayarak elifin ta ucunda,
Tekinsiz...
Yine de bilerek,
Elif o elif....


Kaktüs

ZâRINDA...



Nazarında bir zerre olabilse,
Zerresine nazar etmek bir,
Olabilse zerresinde bir,
Ürker, ürker nazarından...
Bulut karardığında,
Hissedilmez gölgesi,
Gölgesiyse edemez nazar,
Nazar etmek gölgesine,
Bakmak gibi o kömür kömür buluta...
Nazarında olmak göğün tepesinde,
Mümkün mü karayken gölgesi,
Bulutken kara...
Kara güzel güzel fakat,
Var mı faidesi,
Karayken gölgesi...

Kaktüs





1 Ekim 2013 Salı

NARINDA II


Bencilliği kahrolası bencilliği söküp atmak ister,
Namümkün ...
Devam eder edepsizce,
Dursan ey dursan ey dursan ey...
Ay gibi öylece dursan dursan da ışık olsan...


29 Eylül 2013 Pazar

NARINDA I...



Sözcüğün yitirilişine şahit oluş keskin , keskin ...
Ağızdan çıkan her ses kendinden utanmakta ,
Sarmak , sarmalamak, örtmek var üstlerini, olmuyor, gidiyorlar hem de kaçışlarına bir ağıt...
Matem düşüncelerde, matem gönülde , matem solunan her nefesin buğusunda...
Matem onadır, matem onunladır...
O düğündür hem matem...
Aydınlatırken soldurur...
Bilmez, bilmez, bilmez...
 Her yer gece, ay hiç bir yer...O her yer , o her bir ay...
Her bir zerresi şükür ...
Utanır utanır ...
Neden utanır,niçin saklanır oysa gece ona değil, matem ona değil ,
 Ey ki bu yükü çeken, değil midir ona , değil midir ona gece...
Şikayetçi değil değil amma bu ne susmaktır...Bu ne büyük susmaktır...
 Gece ona , öyleyse ona ne?
Bir incir olsa, olsa incir, olsa onunla,
Ona şifa , onaysa gam olsa da olsa incir...
Sussa sussa da gömülse manânın dibine,
Olsa bir, bir olsa,
Ses olsa, ışık olsa ...


Kaktüs




23 Eylül 2013 Pazartesi

.

Suyu utandıran ay...boş...deneceklerdi sona erdirmeselerdi anlamın büyüsünü...sustu ,iç çekiş, ne güzelsin, ne güzelsin, ne güzelsin...

26 Şubat 2013 Salı

simülasyonlar(ız)...

Kendimizle karşılaşmamak için kendimiz–miş gibi olanı, kendi simülasyonumuzu izliyor, takip ediyoruz. Sahte kendilikler arasında boşuna kendi izimizi arıyoruz. Bir izimiz, bir gölgemiz yok artık. “gerçekleri izlediniz” diyen tv karşısında izlerini, gerçekliğini yitirmiş sayısal “ben” leriz. Kendi benliğimizi yaşadığımızı sanıyor, yeni teknolojilerin bize uygun gördüğü role, kimliğe bürünüyoruz. Bunun da gerçek kendimiz olduğu fikrine kapılıyoruz. Oysa; Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. Ekranlar, videolar, röportajlar arasında yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz. Jean Baudrillard

24 Şubat 2013 Pazar

şşşşş

İnsanları yargılamanın sabredilemez çabukluğu korkutuyor... Ne kadar da çabuk...Bir insanı tanımak...Kimlik yapıştırmak...Nüfus cüzdanı...Gereği var mı bu kadar çok etiketin...Gereği var mı...İnsan olmak...Hayır hayır 'sen' olmak yetmez mi? Sadece sen olarak kendine yetmez misin?Sadece 'sen olarak' sen tanınmaz mısın? Sessizlik...demişken o da fena...nüfus cüzdanı olmaktan korkmaz insan ama sessizlikten korkabilir...ki korku kokusunu hissettirmekte...ufacık ufacık gelmekte... durdurulamamakta ...bu işteki gariplik hissedilenden öte hissedilenden ziyade...susmak...biraz uçmak biraz susmak...biraz uçmak biraz susmak ve biraz dilemek...biraz uçmak biraz susmak biraz dilemek ve biraz sahip olmak...ve sahip olmanın sabredilemez çabukluğu korkutuyor...